LENİN VE ULUSAL SORUN
Kapitalizmin serbest rekabet süreci ve emperyalizm aşamasına gelmesiyle birlikte ulusal sorun ve Ekim devrimiyle birlikte ulusal sorunun ele alınışına değinerek, bugünün dünyasında sınıf bilinçli proletaryanın ulusal soruna yaklaşım konusundaki görüşlerimizi ortaya koyacağız.
Bilindiği gibi, uluslar, belli bir tarihsel sürecin ürünüdür. Kapitalizmin şafağında, BURJUVAZİNİN iç pazar birleştirme arzusu ulus devletlerin oluşumunda tayin edici bir yerde durmaktadır. Ulusallaşmanın ilk ortaya çıktığı yer Batı Avrupa'dır ve ulusallaşma sürecini tamamlayan devletler ulusal devlet biçiminde şekillendiler. Böylece batı Avrupa'da tek uluslu devletler şekillenirken, Doğu Avrupa ve Rusya gibi ülkelerinde ise, ilk gelişen ulusun egemenliği altında ilkin siyasi ve sonra ekonomik bakımında bağımlı kalan çok uluslu devletler oluştu. Doğal olarak Doğunun bu çok uluslu devletleri, ulusal baskıların, ulusal sorunların, ulusal hareketlerin, ulusal çatışmaların yurdu olmuşlardır ve bu sorunun farklı çözüm biçimlerinin de ortaya çıktığı yerler olmuşlardır. Uluslaşma sürecine geç girmiş olan ezilen uluslar da kendi ulusal pazarlarına sahip olmak isteğindeydi. Ulusal çelişki ve ulusal mücadelenin ilk çıkış yerleri buralardı ve ortaya çıkış zemini ulusal pazarına hakim olma üzerine olmuştur. Ulusal mücadelelerin çıkış zemini veya ekonomik özü denilirken bu kastedilir.
Bu dönemde ulusal sorun, ulusal mücadele henüz ilgili devlet için de bir iç sorundu. O dönemler, “ulusal savaşım, burjuva sınıfların kendi aralarındaki savaşımı” olarak görülürdü. Ulusal pazarlarını ele geçirmek için ulusal bağımsızlığını kazanmaya çalışırdı. Bunun mücadelesi veriliyordu. Kapitalizmin serbest rekabet çağının son dönemlerine kadar, yani burjuva demokrasisi çağında, sorun, demokratik bir şekilde çözülüyordu. Bunun en son örneği 1905'te Norveç'in İsveç'ten ayrılmasıdır. Norveç halkı seçime gitti ve demokratik bir seçimle ayrılıp, ayrı devlet kurmaya karar verdi. İsveç devleti durumu kabullenmek zorunda kaldı.
Ancak kapitalizmin gelişip tekelci aşamaya ulaşması, yani emperyalizmin ortaya çıkışı ve özellikle emperyalist savaşla birlikte, serbest rekabet süreci ve onun siyasal süreci olan burjuva demokrasisi de tarihe karışmış oldu. Lenin yoldaşın ifadesiyle, o “geminin bordosunda denize atıldı.” Burjuva demokrasisi, kapitalizmin serbest rekabet sürecine, siyasal gericilik, emperyalizm sürecine tekabül eder diyordu.
Emperyalizmle ve emperyalist savaşla birlikte ulusal sorunlar bir iç sorun olmaktan çıktı ve bir çok ulusları ilgilendiren uluslararası bir sorun haline geldi. Yani ezilen uluslar, sadece egemen ulus devletini karşısında bulmadı, bir çok emperyalist gücü de karşısında bulmaya başlamıştı. Dolayısıyla, ezilen uluslar ve sömürgelerin, egemen ulus devleti ve emperyalizme yönelmeden ve onlardan kopmadan, kurtulmadan ulusal kurtuluşunu sağlayamayacağı ortaya çıktı... Ulusal savaşımın özünü bu oluşturur. Ulusal mücadelelerin siyasal özü derken bu kastedilir.
Çok uluslu ülkelerde, ezilen ve sömürge uluslar kapitalizm pek gelişmediği ve egemen ulus ve emperyalistler tarafında geri bırakıldığı için, sınıf ayrışması çok gelişmiş değildir. Bu ulusların nüfusunun ağırlık kesimi köylü ve diğer küçük burjuva kesimlerdir. Dolayısıyla buralarda ulusal kurtuluş hareketlerin sosyal tabanını köylülük ve küçük burjuvazi oluşturur. Ulusal hareketlerin sosyal özü derken köylü sorunu kastedilir.
Ulusalcı zemin üzerinde hareket eden her hareket, özünde ilgili ulusun burjuva çıkar ve özlemlerini taşır. Ufku ulusal burjuva devletine kavuşma ve ilkin kendi ulusal pazarlarına hakim olmaktır. Egemenlikten sağladığı ölçüde, diğer burjuva devletleri ne emeller güdüyorsa, benzeri emeller de güdecektir. Tabi bu sonuçtan hareketle, ulusal hareketler, uzun vadede, günün birinde genel olarak böyle olur ve böyle bir gidişat izler diye, ulusal sorun ve ulusal hareketlere ilgisiz ve duyarsız kalınamaz. Emperyalistler ve egemen ulusların devleti, bu sömürge ve ezilen ulusalların hak ve özgürlüklerini gasp etmenin ötesin de, en çok da bu ulusların işçi ve emekçilerine, ulusal azınlıklara sınırsız, acımasız baskı, zulüm, soykırım, asimilasyon, terör estirmektedir. Dolayısıyla, ezilen, sömürge ve bağımlı uluslar üzerindeki baskılara duyarsız kalmak bir yana, her vesileyle egemen ulus ve emperyalist devletlerin baskı ve zulmünü sistemli bir şekilde teşhir edilmesi gerekir. Ülke içinde ve uluslararası alanda devrimci, sosyalist bir siyasal aydınlama ve duyarlılık yaratılmalıdır.
Ulusların özgürce ayrılma hakkı savunulmadan, egemen ulusların ve emperyalistlerin ellerini buralardan çekmesinin propagandası yapılmazsa, niyetimiz ne olursa olsun tam da çok uluslu devletlerin ve emperyalistlerin yedeği durumuna düşülür. Sınıf bilinçli proleter dünya görüşüne ihanet durumuna getirilmiş oluruz. Aynı zamanda siyasete ilgisizliğin de bir göstergesi olunur. Egemen ulus ve emperyalistlerin milliyetçi, ırkçı, şövenist politikaları teşhir edilmemiş olunur. Bu yapılmayınca, hem egemen ulusların proletaryasını ve emekçilerini şövenist düşünce ve etkilerden kurtarıp demokrasi bilincine, sosyalist proleter sınıf mücadelesine çekememiş oluruz; hem de ezilen ulusların proleter ve emekçileri başta olmak üzere, ezilen uluslar ve halkının güvenini ve desteğini kazanamayız.
Ulusal sorun, eskiden burjuva demokratik devrimin taleplerinden biri olarak, burjuva demokratik devrimle çözüleceği kabul edilirdi. Emperyalist savaştan sonra görüldü ki burjuvazi artık ilerici rolünü yitirmiş, gericileşmiştir ve ulusların ayrılma hakkını tanımaya izin vermeyeceği ortaya çıkmıştır. Nitekim, Şubat 1917 burjuva devrimiyle Çarlık yıkılmış, Menşevikler, sosyal devrimciler ve liberal burjuvaziden oluşan bir iktidar kurulmuştu ama ulusal sorunu çözmediler. Ulusal sorunu çözme niyetleri olmadığı gibi, egemen ulus şovenizmiyle hareket ettiler. Örneğin Finlandiya halkının temsilcileri, sosyal demokrasinin temsilcileri, Geçici Hükümetten, halka, Rusya'ya katılmadan önce yararlandığı hakları geri verilmesini istemelerine rağmen, Geçici hükümet Fin halkının bu talebini ve egemenliğini tanımıyordu. Buna rağmen ayrılmak isteyen Finlandiya, Ukrayna, Polonya vb gibi uluslara baskı ve tehditlere başvurdular.
Bolşevikler, şubat devriminden sonra oluşturulan Geçici Hükümette yer almıyorlardı. Bolşevikler Nisan 1917 konferansında, şunları demişlerdi: “Biz hangi yanı tutmalıyız? Elbette Fin halkının yanını, çünkü her hangi bir halkın zorla bir devlet çerçevesinde tutmasının kabul edilmesi akıl almaz bir şeydir. Halkların kendi kederlerini kendilerinin belirleme hakkını formüle ederek, biz, böylece ulusal baskıya karşı savaşımı, ortak düşmanımız emperyalizme karşı bir savaşım düzeyine yükseltiyoruz. Eğer bunu yapmazsak, kendimiz emperyalistlerin değirmenine su taşıyan kimseleri durumunda buluruz..” diyorlardı.
Lenin, Stalin önderliğindeki RSDİP (Bolşevikler) yukarıdaki alıntı içindeki ikinci vurguyu, fiili olarak ayrılma çabası içinde olan kimi ulusların Alman, İngiliz, Fransız emperyalistleriyle ilişki halinde olmalarını üzerine söylüyordu. “Halkların kendi kederlerini kendilerinin belirleme hakkı”, yani burjuva sömürücü sınıflarından kurtulma hakkı vurgusu bu nedendir.
Bolşeviklerin, Özgürce Ayrılma Hakkına ilişkin anlayışları Ekim devrimi öncesi ne ise, Ekim sonrası da o olmuştur ve özünde bir değişme olmamıştır. Ancak sorunun çözümüne ilişkin farklı tarihi koşullarda farklılıklar olmuştur. Ve her zaman proleter devrimin çıkarları gözetilerek hareket edilmesi anlayışıyla hareket etmişlerdir...
Nitekim, Ekim devrimiyle Rus burjuva diktatörlüğü yıkıldı. Ancak bütün Rusya çapında iktidar birden bire ele geçirilememişti. Devrim, Rusya'nın merkezi iktidarının bulunduğu Petrograt, Moskova, Odessa, Sivastopal başta olmak üzere sanayi merkezi ve liman şehirlerinde başlamıştı, kenar bölgelere doğru yayılması beyaz ordunun yenilmesine orantılı olmuştu ve zaman almıştı. Bolşeviklerin önderliğindeki Sovetler, merkezi iktidarı yıktıkları için bütün Rusya adına hareket ediyordu. Ancak diğer taraftan bir yandan yüz binlerle ifade edilen Rus beyaz ordusunun kalıntılarıyla iç savaş yürütüyordu, diğer yandan, Alman emperyalizminin başını çektiği 14 ülkenin işgal ve saldırılarına karşı savaşmak zorunda kalıyordu. Yabancı işgal ve beyaz ordunun sosyalist devrimi boğmaya çalıştığı 5 yıllık iç savaş sürdü ve 7 milyon insanın hayatına mal olmuştu.
Bu koşullar altında olmalarına rağmen, uluslar ve ulusal azınlıklar üzerindeki baskı ve asimilasyon politika ve uygulamalarına son verildiğinin ilan edilmesinde tereddüt edilmediler. UKKTH gereği olarak, isteyen ulusların özgürce ayrılabileceği, birlikte kalmak isteyenlerin eşit hak ve özgürlüklerle birlikte kalınması savunulmuş ve ilan edilmişlerdi. Hiçbir ulus'a sizin temsilcilerinizi tanımıyoruz, beğenmiyoruz diye engel de çıkarmadılar. Veya en azında bunların kimileri emperyalistlere yanaşır, teslim olur, onların bir ileri karakolu rolünü oynayarak bize saldırabilir veya başta komünistleri, devrimcileri, emekçileri katleder vb diye, ayrılma hakkına engel çıkarma düşüncesiyle de hareket etmediler. Bazılarında bu potansiyel bulunmakla beraber o ulusun ayrılıp devlet kurma hakkına saygı duyuldu ve engel çıkarılmadı.
Örneğin, Sovyet Halk Komiserleri Kurulu 31 Aralık 1917'de Finlandiya Cumhuriyetinin bağımsızlığını resmen tanıdı. Ve aynı gün Lenin tanıma kararını, Fin hükümetinin gerici başkanına verdi. Lenin yoldaş şunları yazmıştı: “Smolni'de, yasayı, bir cellat gibi davanmış olan Fin burjuvazisinin temsilcisi Svinhufvud'a – ki “domuz kafalı” demektir– verdiğim sıradaki sahneyi çok iyi anımsıyorum. Dostça elimi sıktı, karşılıklı iltifat ettik birbirimize. Ne kadar tatsız bir şeydi! Ama yapılması gerekiyordu, çünkü o günlerde burjuvazi, Moskofların, şovenistlerin, Büyük-Rusların, Finlileri ezmek istediğini öne sürerek emekçi sınıfı, halkı aldatıyordu. Yapılması gerekti.” diyordu.
Stuart Chase adındaki batılı bir yazar, 1919 Haziran tarihli yazısından Finlandiya Hükümeti iktidarı ele geçirdiğinden beri sosyalist cumhuriyete mensup 16 700 kişiyi birkaç gün içinde ve büyük bir soğukkanlılıkla öldürmüş, 70 000 kişiyi de ölüm kamplarına göndermiştir.
Lenin yoldaş, Marks ve Engels'in ulusal soruna ilişkin yaklaşımını referans almıştı. Onların, kapitalizmin serbest rekabet çağında çözülmemiş ulusal sorunlardan olan “İrlanda'nın İngiltere'den ayrılmasını talep etti”klerini ve “ayrılıktan sonra federasyon gelebilecek olsa da” diyerek böyle bir talep ileri sürerek, İngiltere işçilerini gerçekten enternasyonal bir ruhla eğitti”klerini söyleyerek her koşulda soruna proletaryanın sınıf menfaatiyle bakma anlayışıyla hareket etmenin önemini belirtir.
Yine, Marks'ın, Polonya ve Macar ulusal ulusal hareketini desteklerken, Çeklerin ve Güney Slavların ulusal hareketini, Avrupa'da devrimci hareketin en tehlikeli düşmanı olan “Çarlığın ileri karakolları” rolünü oynadıklarından dolayı karşıydı ve desteklemediğini belirtir. Bu vurguda, her hareketin niteliğine, oynadığı rolüne bakmaksızın desteklenmeyeceğinin örneğini gösterir...
Ulusal hareketlerin büyük çoğunluğunun devrimci niteliği ne kadar göreli ve kendine özgü ise, belirli bazı ulusal hareketlerin gerici niteliği de o ölçüde göreli ve kendine özgüdür. Emperyalist baskı koşulları içinde ulusal hareketlerin devrimci niteliği, harekete mutlaka proleter ögelerin varlığını, hareketin demokratik bir temelinin varlığını gerektirmediği düşüncesinde hareket ediyorlardı.
Lenin ve Stalin yoldaşlar, ulusal sorun konusunda, sadece dünya görüşünün teorik temellerini koymadı, Rusya gibi uluslar ve halklar hapishanesi olan bir ülkede sorunu nasıl ele alması gerektiğini ve proleter sosyalist devrimi gerçekleştirerek ulusal sorunun pratikte çözümünü de ortaya koyarak gösterdiler. Aynı zamanda, ezilen, bağımlı ve sömürge ulusların egemen ulus ve emperyalistlerden kurtuluş mücadelelerine hem ilham kaynağı oldular, hem cesaret ve moral vererek desteklediler, hem de onların bağımsızlık mücadelelerini sevinçle karşılayıp, emperyalizme karşı durdukları müddetçe onları yalnız bırakmayacaklarını belirtiler ve hissettirdiler.
Ezilen ülkelerdeki ulusal kurtuluş hareketlerinin, batı ülkelerin proleter sınıf hareketi ile ittifakının oluşmasına ve devrimin müttefikleri haline gelmelerine büyük önem verdiler. Bu ittifakın, emperyalizm ve onların sömürge ve yarı-sömürge bağımlı ülkelerdeki egemen sınıfların zayıflanması ve yıkılmasını hızlandıracağının önemi ve bilinciyle hareket ettiler. Bu yönlü çaba ve başarının esas olarak komünist hareketin omuzlarında olduğunu belirttiler.
Lenin ve partisi, ne devrimin başarı sarhoşluğuna, ne de büyük ulus kibirliğine kapılarak ezilen ulusların kurtuluş hareketlerine tepeden bakmadılar. Salt devrimci olma kıstası da aramadılar. Emperyalizmi ve siyasal gericiliğe darbe vurup vurmamasına göre baktılar. Dolayısıyla onların emperyalizme ve yerli dayanaklarına karşı isyanlarında sevinç duydular, darbe vurmasını desteklediler ve teşvik ettiler.
Örneğin; Devrim öncesi, 1913'te, “Asya'nın Uyanışı” başlıklı makalesinde; “... Bugün Çin siyasi faaliyetin fokur fokur kaynadığı bir yer, diri bir sosyal hareket ve demokratik bir atılım alanıdır. Rusya'daki 1905 hareketinin ardından demokratik devrim bütün Asya'ya yayıldı: Türkiye'ye, İran'a, Çin'e İngiliz hakimiyeti altındaki Hindistan'da da galeyan büyüyor.
Önemli bir gelişme, devrimci hareketin Hollanda hakimiyetindeki Doğu Hint adalarına, Java ve diğer Hollanda sömürgelerine yayılmasıdır.
Bir kere, Java'da yığınlar arasında demokratik bir hareket gelişmektedir; İslamı bayrak yapan bir milliyetçi hareket belirmiştir... (Abç.)
“... Avrupa ülkelerinin proletaryası ile Asya'nın genç demokrasisi, kendi gücüne tam güveni ve yığınlara sarsılmaz inancıyla, bu yozlaşmış ve içi geçmiş burjuvazinin yerini almak için ilerlemektedir.” (Lenin. Doğuda Ulusal Kurtuluş Hareketleri-DUKH.). Ve bir ay sonra, “Geri Avrupa ve İleri Asya” başlıklı makalesinde benzeri bir sevinç duyar.
Ekim Devrimi sonrası:
“Afgan Emri'nin Afganistan'ın bağımsızlığı için savaşımı, emir ve yandaşlarının kraliyetçi niteliğine karşın, nesnel olarak devrimci bir savaşımdır; çünkü bu savaşım emperyalizmi zayıflatır, parçalar ve baltalar...” (aç Stalin) diye ileri bir rol oynadığını söyler ve desteklemiş olur. Ve devamla “oysa emperyalist savaş sırasında, örneğin Krenski ve Tsereteli, Renaudel ile Scheidemann, Çernov ve Dan, Henderson ve Cleynes gibi keskin demokratların, “sosyalist”lerin, “devrimci”lerin ve cumhuriyetçilerin savaşımı, gerici bir savaşımdı; çünkü bu savaşımın amacı, emperyalizmi maskelemek, sağlamlaştırmak ve muzaffer kılmaktı.
“ Aynı nedenle Mısırlı tüccarların ve burjuva aydınların Mısır'ın bağımsızlığı için savaşımı, Mısır ulusal hareketinin önderliğinin burjuva kökenine ve burjuva niteliğine karşın nesnel olarak devrimci bir savaşımdır. Oysa İngiliz işçi hükümetinin Mısır'ın bağımlı durumunu devam ettirmek için savaşımı, bu hükümet üyelerinin proleter kökenine ve proleter niteliğine, sosyalizm “uğruna” olmalarına karşın, gerici bir savaşımdır.” (aç Stalin-agy).
“Hindistan gibi, Çin gibi, kurtuluş yolunda her adımları biçimsel demokrasinin gereklerine pek uymasa bile, emperyalizme indirilen bir şahmerdan darbesi olan, yani hiç kuşkusuz devrimci bir adım olan daha büyük sömürge ve bağımlı ülkelerin ulusal hareketlerinden söz bile etmiyorum.” (aç.stalin. Agy) Marksizmin ustalarının yaklaşımı genel olarak bu eksende olmuştur.
Günümüzün komünist ve devrimci hareketlerini, konumuz özgülünde değerlendirirsek ciddi eksiklikler taşıdığı ortada.
Marksizmin ustaları döneminde, 1950 yıllarında dünyada 58 devlet vardı. Bugün emperyalistlerin BM'nin tanıdığı 200 civarında devlet var. Marksizmin ustalarının döneminin teknolojik imkanları ile günümüzün teknolojik ve bilgiye ulaşma olanakları kıyaslanamayacak kadar gelişmiştir. Buna rağmen dünyadaki somut gelişmelere hakimiyette yetersiz olduğumuz açık. Asya, Afrika ve Latin Amerika'daki sömürge, yarı sömürge, bağımlı ulus ve ulusal azınlıkların durumunu yeterince bildiğimizi söylemek zordur. Buralardaki ulusal, sınıfsal duruma ilişkin nesnel bilgiye sahip olmadan doğru tahlil edip, doğru yaklaşmak zor olacağı açıktır. Dünyanın her tarafındaki durumu tam bilmeyebiliriz, ancak bundan daha önemlisi anlayış olarak bu hareketleri nasıl değerlendirip, nasıl yaklaştığımız meselesidir. “Bildiğimiz” ve güncel durumda olan yerleri ne derece doğru değerlendirdiğimiz, politik ve pratik yaklaşımımızdan ortaya çıkmış olmaktadır.
Yine, gerek ezilen, bağımlı ulusal hareketlerin, gerekse işçi sınıf ve emekçi halk hareketlerinin gelişimini ve ilerici, devrimci mücadelesini gereğince işleyip propagandasını yapmada oldukça yetersiz kalındığı da başka bir gerçektir.
Filistin ve Kürt Ulusal Kurtuluş Mücadelesi:
Güncel olarak en bariz örnek; Kürt ve Filistin ulusal kurtuluş mücadelesi karşısındaki yaklaşım meselesidir.
Emperyalist ülkelerin sınıf bilinçli proleter ve devrimci hareketleri, her vesileyle “kendi” emperyalist devletlerinin sömürgelerden, ezilen ülkelerden ve onların topraklarından çıkması, onların üzerindeki baskılara son vermesi, onları rahat bırakması, onların kendi geleceklerini belirleme haklarına saygı duymaları, onların iç işlerine karışmamaları çağrısında bulunup, hem bu yönlü sistemli olarak propaganda yapıp, proletarya ve emekçi halkın bilinç seviyesi ve duyarlılığını arttırmasını ve hem de ezilen ülkelerin geniş emekçi kesimlerinin karşılıklı güven ve desteğini sağlamalıdır.
Aynı şekilde, emperyalizme bağımlı veya yarı sömürge çok uluslu ülkelerin, egemen ulusların sınıf bilinçli proleter ve devrimci hareketleri, her vesileyle, “kendi” egemen ulusların burjuvazisinin sömürge ve ezilen ulusların üzerindeki baskılara son vermelerini, onların ulusal topraklarından çıkmalarını, işgal ve ilhaklara son vermelerini, onları rahat bırakmalarını, onların Kendi Geleceklerini Belirleme Hakkı, yani ayrılıp ayrı devlet kurma hakkı dahil, ulusal hak ve özgürlüklerine saygı duyması yönlü sistemli propaganda, ajitasyon yapması gerekir. Her vesileyle, sistemli olarak bunu yaptığı ölçüde, egemen ulus ırkçılığının, şovenizminin etkisini kırabilir, işçi sınıf ve emekçi halk kitlelerini bilinç seviyesini geliştirebilir ve duyarlılığını arttırabilir. Bunu yaptığı ölçüde ve somut pratiği buna uygun olduğu ölçüde, ezilen ulusun ve azınlıkların işçi ve emekçi kesimlerinin güvenini ve desteğini kazanabilir. Sınıf bilinçli proleter çizgiye çekebilir ve ortak sınıf düşmanlarına karşı birlikte hareket etmeleri ve en azında dayanışma halinde hareket etmesini sağlayabilir.
Gerek emperyalist ülkelerde ve gerekse emperyalizme bağımlı egemen ulusların olduğu ülkelerde, bu yönlü propaganda ve faaliyet yürütmeyen veya bundan uzak duranlar “kendi” egemen ulus şovenizminin etkisi altında demektir. “Kendi” emperyalist ve egemen ulusunun egemen sınıflarının milliyetçi, ırkçı, şoven, işgalci, ilhakçı, emperyalist kafalı bakış açısından kopmamış demektir.
Türkiye cumhuriyeti kurulmadan önce Osmanlı imparatorluğu da Rus İmparatorluğu gibi işgalci, ilhakçı, uluslar ve azınlıklar hapishanesi gibiydi...
Birinci dünya savaşı sonucu Osmanlı yenilgi alıp dağıldı. Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı yıkıntıları üzerine kuruldu. Türkiye cumhuriyeti kuruluş yıllarında 5 ulus vardı. Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Arap ulusu vardı. Osmanlı döneminin “ittihatçı”larının 1915 Ermeni soykırım politikası devam edildi ve Ermeniler ulus olmaktan çıkarılmış oldu. Rumlar katliam ve sürgün ve “Mübadele”(değişim”le ulus olmaktan çıkarıldı. Arap ulusu baskılarla komşu ülkelere sürülme ve sistemli asimilasyon sonucu ulus olmaktan çıkarıldı. Geriye Türkler ve Kürtler kaldı. Kürtler 30 defa soykırım ve büyük katliamlara uğradılar, sık sık hala süren sürgünler ve sistemli asimilasyonlara rağmen ulus olarak ortadan kaldırılamayan tek ezilen ulus olarak varlığını devam ediyor. Türk ulusu egemen ulustur. Devleti elinde tutmaktadır. Kurt ulusu dışında, bir de onlarca ezilen ulusal azınlıklar vardır. Kürt ulusu dahil, ulusal azınlıklara da hiç bir hak ve özgürlükler tanınmıyor ve sistemli bir baskı ve asimilasyona uğramaya devam ediliyor.
Türk devleti yapısı gereği, eğitim, kültürel şekillenme olarak toplumu Kemalizm ideolojisiyle Türk ırkçısı olarak şekillendirmektedir. Doğal olarak devrimci hareket de bu toplumsal şekillenme içinde geliyor. Hala kimi devrimci parti ve örgütler Kemalizmin etkisinden tam kurtulmuş değildir. Dolayısıyla genel olarak ulusal sorun konusunda ve özel olarak Kürt ulusal sorunu konusunda şu yada bu ölçüde devletin bakış açısının etkilenmeleriyle baktığı görülür.
Bırakalım egemen ulus devletinin ulusal baskısını, katliamlarını, vahşi saldırılarını her vesileyle sistemli olarak teşhir etmeyi, devletin sistemli baskısının payıyla, ismi “komünist”, “sosyalist” “devrimci”, “işçi” partisi olan, reformist yasal partiler ve yasa dışı faaliyet yürüten kimi parti ve örgütler, egemen ulus bakış açısıyla aynı zemindedirler ve çeşitli “kaygılarla” Kürt ulusal hareketinin yanında bile gözükmek istememektedirler.
Kimileri de, Özgürce Ayrılma Hakkı (yani ulusların ayrılıp ayrı devlet kurma hakkı) ile halkların kendi geleceklerini belirleme hakkını, (yani halkların devrim yapma hakkını) birbirine karıştırmaya (her iki kavramın farklı içerik ve farklı tarihi koşullarda doğru çözüm olacağını kavrayamamaya) devam ediyorlar.
Bunların kimi anti emperyalizmi, anti-ABD olarak anlamakta veya anti-ABD ile eşitlemekte, geçmişte Saddam Hüseyin, Hafız- Beşer Esat, M. Kadaffi vb yönetiminleri anti emperyalist görüp, desteklerken, ezilen bir ulusun ulusal hareketi olan PKK'yi desteklememekte veya destekleyeceğini açıklayamamaktadır. Keza, Venazuela, İran vb gibi devlet ve yönetimleri “anti- emperyalist” görüp, desteklerken, bulunduğu ülkedeki üstelik “ortak düşmanı” olan mevcut devlete karşı mücadele yürüten bir ulusun kurtuluş hareketini desteklememekte, ittifak yapmamakta ve yanında gözükmemekten korkmaktadır.
Türkiye ve uluslararası alanda, birebir olmasa da, benzeri bir yaklaşım Filistin ulusal kurtuluşu mücadelesi veya son bir yıldır süren Filistin direnişi konusundaki yaklaşımlarda da kendini gösteriyor.
Filistin ulusal mücadelesinin tarihsel sürecine girmeyeceğiz ancak 7 Ekim'den buyana süren İsrail siyonizminin genel olarak Filistin ulusuna, özel olarak Gazze'ye yönelik soykırım savaşı karşısındaki yaklaşımlara değinmek istiyoruz. Türkiye ve dünyadaki bir kısım devrimci hareket hem ideolojik politik yaklaşımda ve hem de pratik dayanışmasında hata ve eksiklikler taşımaktadır.
Birincisi, İsrail; 1948'da kuruluşundan beri siyonizm üzerine kurulmuş, sınır, kural vb tanımayan bir saldırganlıkla bilinen topraklara sahip olmuş ve durmadan genişletmeye çalışan, sınırsız bir saldırganlık içinde olan, dahası bölgenin birçok ülkesini “bizim için vadedilmiş topraklar” diyerek emellerini açık açık söyleyen bir siyonist devlet var. Bunun karşısında kuşaklar boyu yaşadığı yurdunda, sistemli olarak soykırımla, katliamlarla, savaş ve saldırganlıkla topraklarını kaybeden, katliamlardan arta kalanların önemli bir kısmı başka ülkelere sürülen, göç etmek zorunda kalan ve kalanlarının birbirlerinden koparılmış topraklarda “yaşamak” zorunda bırakılan ve her an yok edilme tehditleri altında yarınına ilişkin bir plan kuramayacak durumda yaşayan bir mazlum, ezilen, kendi yurdunda mültecileştirilen ve bir nevi hapis durumunda olan bir Filistin ulusu var.
İkincisi, Filistin'e yönelik İsrail savaşı başlamadan bir-iki hafta önce B.Netanyahu'nun, ABD'de basına yansıyan bir toplantıda İsrail haritasını gösterdiğinde daha önce böldükleri Filistinlilerin Gazze ve Batı Şeria parçaları yok edilip, İsrail devlet sınırı budur diyordu. Ve gösterdiği ikinci bir haritası daha oldu; Nil Nehrinden Kızıl Denizin her iki yakasının İsrail devlet sınırları olarak gösteren bir diğer harita.
Üçüncüsü, muhtemelen bu durum üzerine veya yanıltma ve yönlendirmeyle Gazze'li Filistinlilerin İsrail'e yönelik bir “saldırı eylemi” bahanesiyle (ki İsrail devleti, Filistinliler deme yerine, Hamas'ın adını vererek, “Hamas kadınlara, çocuklara tecavüz etti, çocukları toplu katletti” diye önceden hazırladığı kurgu videolarla- ki İsrail halkının kendisi, canlı tanıkları bu söylem ve videoların doğru olmadığını söylediler ve ortaya çıkmışlardı-) yalanlar eşliğinde Gazze'ye çılgınca bir savaş başlattılar. Hemen aynı saatlerde ABD ve Batılı emperyalistler İsrail'in yanında olduklarını, tam destek verdiklerini ilan ettiler ve hemen ertesi gün ABD, İngiltere, Almanya, Kanada, Fransa, Hollanda, Yunanistan vb Batılı emperyalistlerin başkanları, cumhur başkanları, başbakanları, devlet yöneticileri İsrail'e giderek en yüksek desteklerini sunduklarını, arkasında olduklarını dünyaya ilan ettiler. Uçak gemileriyle, istihbarat gemileriyle, her türlü silah, teknik silah, ekipman ve maddi desteklerle İsrail'e destek yarışına girdiler. Bu durum bile, bu işin tek bir düğmeye basılmış gibi bir ortak kararın olduğunu yansıttığını ve işin özünü anlamaya yeterdi.
Dördüncüsü, ABD başkanı Baydın'ın yıllar önceki bir konuşmasında, “İsrail olmasaydı, bölgede başka bir İsrail yaratmak zorundaydık” söylemi başlı başına yeterlidir. Bu söylemle, açıkça İsrail terörü korkusuyla bölgeyi teslim aldıklarının itirafıydı. Bölgenin, petrol, doğal gaz enerji yatağı ve taşıma yollarının, yine Kuzey Afrika'nın enerji, ham madde kaynakları ve Asya ile ticaretin taşıma yollarının bu bölgeden geçtiği için, buraların güvene alınmasının emperyalistler için hayati önemde olduğu bilinir. Son yıllarda bölgenin önemli ülkelerinin Çin ve Rusya ile ilişkiler geliştirmeleri vb ABD, İngiltere ve diğer Batılı emperyalistleri harekete geçirdi ve İsrail ve savaş korkusuyla bölge ülkelerini hizaya getirme ve rakiplerinin planlarını bozmak için İsrail'in bölgedeki misyonu harekete geçirildi.
Beşincisi, bir taraf olan İsrail ve ABD, İngiliz ve diğer Batılı emperyalistler hep bir ağızdan “Hamas”, “Hamas terörü” diye bağırdılar. Filistin sorunundan ve Filistin'in 14 örgütünün ortak kararıyla verilen bir direniş olduğunu ağzına almak istemiyorlardı. Dünya medya tekelleri onların ellerinde. İstedikleri şekilde maniple etmeye çalışıyorlar.
Altıncısı, emperyalist ve siyonistlerin, ezilen, mazlum Filistin ulusuna kuşaklar boyu çektirdiği acıların, zulmün ve buna karşı direnişin dünya halklarının yüreğinde yarattığı acı, sevgi, saygıyı ve desteği unutturmaya, silmeye çalışarak, hafızalardan yeniden canlandırmamaya özen göstererek hiç Filistinliler veya Filistin ulusal kurtuluşu veya direnişi söyleminde bulunmadılar.
Böylesi kritik bir durumda emperyalistlerin yoğun saldırı ve teşhirine karşı, bazı devrimci örgütler doğru bir tavrı geliştirmediler. Bir çok devrimci örgüt bile “Hamas bir terör örgütüdür” “Hamas faşist bir terör örgütüdür”, katliam yapıyor, “halkını katletmeye ortam hazırlayarak İsrail'e hizmet ediyor”, “İsrail'i kışkırtı” ve “davetiye çıkardı” “İran'dan destek alıyor” vb politik söylemlerle sorunun özünü kavramaktan uzaklaştırlar.
Bu gibi yaklaşımlar ciddi yanlışlar içeriyor:
Birincisi, orada sorun Hamas sorunu veya Hamas'ın niteliği sorunu değilidir. Bu ayrı bir tartışma veya değerlendirme konusudur. Hamas, Gazze'deki 14 Filistinli örgütün ortak kararıyla süren direnişin içindeki bir örgüttür. Hayatta kalma mücadelesi, ulusal varlığını korumak için ulusal kurtuluş mücadelesi yürütmeye çalışan örgütlerden biri. Gazze'de ki direniş örgütleri içinde en güçlü, en hazırlıklısı vb olabilir. Filistinli gurupların içinde en çok yanlışları olan örgütlerden biri olabilir.
İkincisi, bu 14 bileşen içinde, bazı örgütler geçmişte Marksizm den/sosyalizmden etkileniyorlardı. Diğerleri ulusal zeminde olan örgütler olduğunu unutmamak gerekir.
Üçüncüsü. İslamiyetin egemen olduğu Ortadoğu'da, bu örgütler de o toplumdan geliyor ve toplumun bu durumunu da hesaba koyarsak örgütler üzerinde dinin ciddi etkisi elbete vardır. Bu durum, onların ulusal kurtuluş mücadelesi yürütmeyeceği veya ona layık olmadığı veya hakkı olmadığına götürmez. Din'i oralarda en çok diri tutanlar da emperyalistlerdir ve onların işine geliyor.
Dördüncüsü, Filistinli örgütlerde olduğu gibi, dünyanın her yerinde, emperyalistler güdümüne almadığı, kullanamadığı şu yada bu nedenlerle kendilerine karşı olan her örgüt ve hareketi “terör örgütü” diye hedefe koyduklarını biliyoruz. Kendilerinin kurdukları, kazanıp da kendilerine hizmet edenlere dönüşünce en “muteber”, en “saygın” örgütler haline geldikleri ve el üstünde tuttuklarını da herkes biliyordur. El-Kaide, Işid, Taliban vb.lerini hatırlamak yeterlidir sanırız.
Beşincisi, Hamas vb örgütleri biz devrimciler birçok yönüyle eleştirebiliriz. Bu ayrı sorun. Hamas da dahil Filistinli örgütlere kim “terörist” diyor? Dünyayı kan gölüne çeviren, dünyanın en baş teröristleri olan ABD, İsrail, AB emperyalistleri! Fazla söze gerek var mı? Onlarla aynı dil veya değerlendirmeler konusunda dikkat etmek ve ihtiyatlı olmakta yarar vardır. Siyasal yaklaşımlarda, onlar, bir şey diyorsa, genel olarak tersi değerlendirmelerde bulunmaya dikkat etmek gerekir!
Altıncısı, dünyanın bu baş teröristlerine değil de, Hamas'a terör örgütü, 'Hamas faşist bir terör örgütüdür' vb söylemlerinde bulunmak sınıfsal ve siyasal zemine oturmayan bir yaklaşım olduğunu düşünüyoruz.
Yedincisi, 7 Ekim 2023'te Gazze'deki Filistin direnişini değerlendirirken, Filistinlilerin bu direnişi, genel olarak emperyalizmi ve bölgedeki en sadık dayanağını veya dayanıklarını güçlendirmek amacı ve hesabı mı taşıyor? Bu hesapla mı gelişti veya yürütülüyor, yoksa varlığını koruma ve ulusal kurtuluşunu sağlamak için mi yürütülüyor veya direniliyor? Ve Filistinlilerin başarısı halinde kimleri güçlendirir ve kimleri zayıflatır veya darbe vurur? Bu yönüyle bakılmalıdır. Mümkündür ki bir ulusal hareket veya sınıfsal hareket yenilebilir de, bu durumda yenilgilerden ders çıkarılarak başka bir direnişe mi hazırlanılır, yoksa 1905 yenilgisinin ardından “silaha sarılmamalıydık” vb diyen Plahanov'un yaklaşımı ve ruh haliyle mi hareket edilmeli? Meseleye bu yönüyle de bakılmalıdır...
Biz Hamas'ın sivilleri bilerek hedefe koyna bir anlayışını yanlış buluyoruz. Biz 'kurşun adres tanımaz' anlayışında değiliz. Savaşın da kendisine göre kuralları vardır/ olmalıdır da. Biz, savaşta sivillerin rastgele öldürülmesi, esirlere kötü muamele edilmesine karşıyız. Hamas'ı 7 Ekim saldırısında aşırıya kaçan taktik saldırıları olduğu doğrudur. Ancak, bunu mahkum ederken, durum değerlendirmesini ve Filistin ulusal mücadelesine verilecek desteğin, bu taktik saldırılar üzerinden değerlendirilmesi yanlıştır.
Özetle, Lenin yoldaşın, Asya'daki uyanışa duyduğu heyecanı ve umudu, ezilen, sömürge ve bağımlı ülkelerdeki, ulusal kurtuluş mücadelelerinin kıvılcımlarının gelişmesi ve birbirini tetikleyeceği, buralardaki mücadelelerin batının sınıf hareketiyle bütünleşme ve birbirini etkileyerek, proleter devrimleri yakınlaşması ve başarısına duyulan umut ve heyecanı taşımalıyız. Lenin ve Bolşevizmi içselleştirerek, onun ideallerini ve ruh halini kuşanmalıyız...
Umutsuzluk ve karamsarlık için neden yoktur... Bugün içinde bulunduğumuz tarihi koşullar ekim devrimi öncesi yılları andıran bir durum var ve ekim devrimi, savaşın ağırlaştırdığı koşulların sonucu doğmuştu. Emperyalist savaş tamtamlarının yükseldiği bu dönemde, devrimci güçlerin çabasıyla savaş önlenemezse, koşulları olgunlaştıracağı için, emperyalist savaş devrimlere yol açar. Yeter ki öznel güçler bunun bilinciyle ve sorumluluğuyla hareket ederek cüreti kuşansın!
TKP-ML (Türkiye Komünist Partisi-Marksist Leninist)